HAKÎM ET-TIRMIZÎ’NIN MÂRÛF VE MÜNKER HADISLERIN BILINMESI ILE İLGILI GÖRÜŞLERI
Bu tebliğde ilim ve hikmet yurdu Tirmiz şehrinin önde gelen âlimlerinden el-Hakîm et-Tirmizî’nin (ö. 320/932) Nevâdiru’l-Usûl fî Ma‘rifeti Ahbâri’r-Resûl isimli eserinde bir asıl olarak еr verdiği hadislerin mârûfu ve münkerini bilme ile ilgili görüşleri üzerinde durulacaktır. el-Hakîm, bu eserinde manası doğru olan sözlerin Hz. Peygamber’e nispet edilmesi ile ilgili görüşlerini bir rivâyet etrafında dile getirmektedir. Bu tebliğde söz konusu rivâyet ve bu rivâyet ekseninde el-Hakîm’in hadislerin mârûfunu ve münkerini tanıma ile ilgili görüşleri ve verdiği örnekler tahlil edilecektir. el-Hakîm’in bu düşüncesi kendisinden önce Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 385/996) tarafından da dile getirilmiş, el-Hakîm onun dile getirdiği bu görüşleri daha ileri bir seviyeye taşımış, manası doğru olan sözlerin Hz. Peygamber’e nispetinde bir beis görülmemesi yönündeki tasavvuf geleneğinde еrleşen kanaatin oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. el-Hakîm’in, senedi bahis konusu etmeksizin sadece metinden hareketle hadislerin mârûfunu ve münkerini tespit etme ile ilgili gayreti özellikle münkerlerin tespitinde izlediği yol hadis tenkid geleneği açısından kıymetlidir.
Anahtar Kelimeler: el-Hakîm et-Tirmizî, Hadis, Mârûf, Münker, Hadis Tenkidi.
Abstract:
In this paper, we will focus on the views of al-Hakîm at-Tirmizi (d. 320/932), one of the leading scholars of the city of Termez the land of knowledge (el-‘İlm) and wisdom (al-hikmah), regarding knowing the ma‘rûf and munkar of the hadiths, which he included as a basis in his work called Nevâdir al-Usûl fi Ma‘rifati Ahbâr ar-Rasûl. In this work, al-Hakîm expresses his views on attributing words with correct meanings to the Prophet, around a narration. In this paper, the narration we mentioned and on the axis of this narration, al-Hakim's views and examples about recognizing the ma‘rûf and munkar of hadiths will be analyzed. This idea of al-Hakîm was also expressed by Abu Talib al-Mekkî (d. 385/996) before him, and al-Hakîm took these views expressed by him to a further level. He played a role in the formation of the opinion established in the Sufi tradition that words with correct meanings should not be seen as harmful in relation to the Prophet. Al-Hakim's effort to determine the ma‘ruf and munkar of the hadiths, based only on the text without any attribution, is especially valuable in terms of the tradition of hadith criticism.
***
Aynı zamanda bir muhaddis olan Hakîm et-Tirmizî’nin (ö. 320/932) hadis ve hadis ilimlerine bakışı erken dönem sûfîlerin yaklaşımını ortaya koyması açısından oldukça önemlidir. Çünkü onun yaklaşımı Gazzâlî (ö. 505/1111) ve Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240) gibi sonraki sûfîler tarafından benzer şekilde devam ettirilmiştir. İslâm ilim ve kültür tarihinde pek çok alanda öncü bir konumda bulunan el-Hakîm et-Tirmizî, hadis yorumculuğu ve tasavvufî hadis yorumculuğunda da öncü ve önde gelen isimlerdendir[1]. Hatta hadis şerhçiliğinin ilk örneklerini veren âlimlerden birisi olarak kabul edilebilir. O tasavvufî hadis yorumculuğunda önemli bir еre sahip olan Nevâdiru’l-Usûl isimli eserinde 291 hadisin şerhini yapmıştır. Bu eserde her birine “asıl” adını verdiği konu başlığı tespit etmiş, her başlığın altında bir hadisin şerhini yapmış ve konu başlığına uygun sonuçlara ulaşmaya çalışmıştır. O, bu eserinde “Sözün (hadis) doğru (sıdk) olarak kabul edilmesi hakkında” başlığı altında kendisinden sonraki sûfîleri etkileyecek derecede hadislerin tenkidine dair önemli bir teoride bulunur. Hakîm’in hangi hadislerin kabul edileceği, hangi hadislerin kabul edilmeyeceğine dair bu teorisi bütünüyle irfânî bilgiye dayalı olup marifet temellidir.
el-Hakîm et-Tirmizî, еr verdiği başlıkta mârûf ve münker sözün basiretle bilinebileceğini savunur. Bu görüşünü şu rivâyet üzerine kurar:
عَن أبي هُرَيْرَة رَضِي الله عَنهُ قَالَ قَالَ رَسُول الله صلى الله عَلَيْهِ وَسلم إِذا حدثتم عني بِحَدِيث تعرفونه وَلَا تُنْكِرُونَهُ قلته أَو لم أَقَله فصدقوا بِهِ وَإِنِّي أَقُول مَا يعرف وَلَا يُنكر وَإِذا حدثتم عني بِحَدِيث تُنْكِرُونَهُ وَلَا تعرفونه فكذبوا بِهِ فَإِنِّي لَا أَقُول مَا يُنكر وَلَا يعرف
“Benden size mâruf olarak bilip, münker olarak bilmediğiniz bir hadis nakledildiğinde, onu ben söylemiş olsam da olmasam da tasdik ediniz. Şüphesiz ben mâruf olanı söylerim, münkeri asla söylemem. Benden size mâruf olarak değil de münker olarak bildiğiniz bir hadis nakledildiğinde onu tekzîb edin. Zira ben münker olanı, mâruf olmayanı söylemem”[2].
Nevâdiru’l-Usûl’ün Tevfîk Mahmûd Tekle[3] ve İsmâil b. İbrâhîm Mutevellâ Aved[4] tarafından yapılan tahkiklerinde bu rivayet herhangi bir başlığı bulunmaksın 44. asıl altında еr almaktadır. Abdurrahman Umeyre tahkikinde ise 44. Asılda “في ما يعدونه صدق الحديث” başlığı altında еr almıştır[5]. Nıureddin Boyacılar’ın tahkikinde ise yine 44. Asıl’da “Hadislerin Tasdîki” “في التصديق بالأحاديث” başlığı altında еr almıştır[6].
Bu rivâyeti Dârekutnî (ö. 385/995) es-Sunen’inde el-Hatîb el-Bağdâdî (ö. 463/1071) de Târîhu Bağdâd’ında Yahyâ b. Âdem tarîkiyle tahrîc etmişlerdir. Ukaylî (ö. 322/934), rivâyeti benzer lafızlarla Ebû Hureyre’den tahrîc ederek Duafâ’sına almış ve şu değerlendirmede bulunmuştur: “Bu rivâyetin bu lafızla Hz. Peygamber’den sahih bir isnâdı bulunmamaktadır. İsnâdda еr alan Eş‘âs’ın (Eş’âs b. Berâz el-Hucemî) bunun dışında başka bir münker rivâyeti de vardır”[7].
İbn Hacer el-Askalânî (ö. 852/1449), el-Kavlulu’l-Musedded isimli eserinde el-Hakîm et-Tirmizî’den naklederek bu rivayete еr vermiş ve şöyle demiştir: “Rivâyetin râvileri güvenilirdir (sika). el-Hakîm et-Tirmizî’nin hocası el-İclî’yi İbn Hibbân es-Sikât’ında zikretmiş, Ebû Hâtim ise onu “Sadûk” olarak değerlendirmiştir. el-Hatîb el-Bağdâdî, benzer manâyla bu rivâyeti Yahyâ b. Âdem’den rivâyet etmiştir. Buhârî de Târih’inde başka bir tarikle Saîd el-Makberî’den mürsel olarak “ما سمعتم عني من حديث تعرفون، فصدقوه” lafzıyla tahrîc etmiş ve şöyle demiştir: “Yahyâ b. Âdem bu rivâyeti Ebû Hureyre’den rivâyet etmiştir ki bu hatadır. Bu rivâyetin isnadında Ebû Hureyre еr almamaktadır”[8].
Zehebî (ö. 748/1348), Siyeru A‘lâmi’n-Nubelâ’sında Yahyâ b. Âdem’in biyografisinde şunlara еr vermiştir: “Onun naklettiği münker bir hadis vardır…bu hadisi Dârekutnî tahrîc etmiştir ki onun râvîleri sikadır. İbn Huzeyme bu rivâyet hakkında şunları söylemiştir: “Bu rivâyetin isnâdı tenkid edilmiştir. Yeryüzünün doğusunda ve batısında bu rivâyeti Yahyâ’nın rivâyetinden başka bir rivâyet olarak bilen hiç kimseyi görmedik. Bu rivâyetin Ebû Hureyre’den sabit olduğunu söyleyen hiçbir muhaddis de görmedim”[9].
İbn Recep el-Hanbelî (ö. 795/1393), Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem isimli eserinde bu rivâyeti şöyle değerlendirmiştir: “Bu rivâyet illetlidir (ma‘lûl). İsnâdında еr alan Ali İbn Ebî Zi’b hakkında muhaddisler ihtilaf etmişlerdir. Huffâz olan muhaddisler bu rivâyeti ondan Saîd aracılığıyla Mürsel olarak nakletmişlerdir. Bu rivayetin mürsel olması İbn Ma‘în, Buhârî, Ebû Hâtim er-Râzi ve İbn Huzeyme gibi hadis hafızı (huffâz) imamların görüşüne göre daha doğrudur. İbn Huzeyme, bu hadisi mevsûl olarak tesbit eden bir âlim görmedim” demiştir”[10].
Sehâvî (ö. 902/1497), bu rivâyet hakkında şu değerlendirmelerde bulunmuştur: “Bu rivâyeti Dârekutni, el-Efrâd isimli eserinde, el-Ukaylî, ed-Du‘uafâ’sında, Ebûbekir b. el-Bahterî ise Cüz’ünde Ebû Hureyre’den merfu olarak rivayet etmişlerdir. Bu hadis oldukça zayıf (münker) bir rivâyettir. Ukaylî, bu hadisin sahih bir isnâdının olmadığını söylemiştir. Bu rivâyetin versiyonlarından birisi Taberânî’nin İbn Ömer’den merfû olarak naklettiği şu rivâyettir: “Yahudilere Musa hakkında soru sorulunca, onunla ilgili olarak abartıya kaçtılar ve kimi zaman fazla, kimi zaman da eksik şeyler söylediler ve nihayet küfre düştürler. Aynı şekilde Hıristiyanlara da İsâ hakkında sorular soruldu, onlar da onunla alakalı olarak abartılarda bulundular ve kimi zaman fazla, kimi zaman da eksik şeyler söylediler ve sonuçta küfre girdiler. Benim adıma da birtakım hadisler yayılacak. Size bir hadisim gelmişse, Allah’ın kitabını okuyup iyice düşünün. Allah’ın kitabına uyarsa onu ben söylemiş sayılırım. Şayet Allah’ın kitabına uygun değilse onu ben söylememişimdir”[11]. Sehâvî bu değerlendirmeleri aktardıktan sonra şunları kaydetmiştir: “Hocamız (İbn Hacer) bu hadisle ilgili görüşü sorulduğunda şöyle cevap verdi: “Bu rivâyet, farklı tariklerle gelmiş olmasına rağmen bu tariklerin hiçbiri tenkitlerden kurtulamamıştır”[12].
Radiyuddîn es-Sağânî (ö. 650/1252) de “إذا حدثتم عني حديثا فاعرضوه على كتاب الله تعالى، إن وافق فاقبلوه، وإن خالف فردوه” “Size benden bir hadis rivâyet edildiği zaman onu Allah’ın Kitabına arzedin; eğer uyuyorsa kabul edin. Aykırı düşüyorsa reddedin” rivâyetini Mevdûat’ına alarak uydurma olarak değerlendirmiştir[13].
Nevâdiru’l-Usûl’ü tahkik eden muhakkikler de yukarıdaki değerlendirmelere еr vererek hadisin münker, çok zayıf olduğu görüşlerini aktarmışlardır. Eserin son muhakkiklerinden Nureddin Boyacılar ise hadisin hükmünü “hasen” olarak değerlendirmiştir[14]. Yukarıdaki nakillere bakılacak olursa hasen olarak değerlendirilecek herhangi bir yönü bulunmayan bu rivâyeti Boyacılar’ın nasıl değerlendirdiğini buraya kaynaklarına da atıfta bulunarak aktarmak istiyoruz:
Hadisin isnâdında еr alan râviler hakkında şu bilgiler aktarılmaktadır:
el-Huseyn b. Ali el-İclî el-Kûfî: …Güvenilir (sadûk) olmakla birlikte çok hata yapan birisidir. Yahyâ b. Âdem el-Kuraşî: O İbn Âdem b. Süleymân, Ebû Zekeriyyâ’dır. Kufelidir. Ebû Hâtim onun hakkında şöyle demiştir: “O, fıkıh sahibi ve güvenilir bir kimsedir. Yahyâ b. Mâin şöyle demiştir: “Süfyân’a göre o sikadır[15].
İbn Ebî Zi‘b: Muhammed b. Abdirrahmân b. el-Muğîre b. el-Hâris b. Ebî Zi‘b el-Kuraşî el-Âmirî, Ebu’l-Haris el-Medinî’dir. Sika, fakih ve faziletli bir kişidir. Altıncı derecede еr almaktadır[16].
Saîd b. Saîd el-Makberî: Ebû Sa‘d el-Medinî: Sikadır, üçüncü derece râvilerdendir. Ebû Hureyre’den rivâyette bulunmuş, ondan da Ebû Zi‘b hadis rivâyet etmiştir[17].
Ebû Hureyre: Allah ondan razı olsun.
İsnâdın hükmü: Hasendir.
Hadisin Tahrîci: İbn Adî (ö. 365/976), el-Kâmil isimli eserinde bu rivâyeti Ahmed b. Yahyâ b. Zuheyr et-Tüsterî ← el-Fadl b. Sehl ← Yahyâ b. Âdem ← İbn Ebî Zi‘b ← Makberî ← Makberî’nin Babası ← Ebû Hureyre tarîkiyle merfû olarak tahrîc etmiştir[18].
el-Hatîb el-Bağdâdî (ö. 463/1071), bu hadisi Târih’inde aynı tarikle tahrîc etmiş, Buhârî, Târih’inde mürsel olduğuna işarette bulunmuş ve şöyle demiştir: “İbn Tuhmân, İbn Ebî Zi‘b, Saîd el-Makberî tarîkiyle Hz. Peygamber’den Mürsel olarak rivâyet etmiştir”[19].
İbn Ebî Hâtim (ö. 327/938), İlel’inde Hişâm b. Hâlid ← Şuayb b. İshâk ← İbn Ebî Zi‘b ← Saîd el-Makberî ← Babası ← Ebû Hureyre tarîkiyle merfû olarak tahrîc etmiş[20] ve şöyle demiştir: “Babam bu hadis hakkında şöyle dedi: “Bu hadis münkerdir. Sika râviler bu rivâyeti bilmezler”[21].
İbn Mâce (ö. 273/887), bu riveyete manaca yakın bir rivâyeti “Mukaddime”sinde Muhammed b. el-Fudayl ← Makburî ← Dedesi ← Ebû Hureyre tarîkiyle merfû olarak tahrîc etmiş ve bu rivâyetinde teferrüd etmiştir. Onun naklettiği metin şu şekildedir:
لَا أَعْرِفَنَّ مَا يُحَدَّثُ أَحَدُكُمْ عَنِّي الْحَدِيثَ وَهُوَ مُتَّكِئٌ عَلَى أَرِيكَتِهِ، فَيَقُولُ: اقْرَأْ قُرْآنًا، مَا قِيلَ مِنْ قَوْلٍ حَسَنٍ فَأَنَا قُلْتُهُ
“Sizden hiçbirinizi koltuğuna yaslanmış bir şekilde kendisine hadis nakledildiğinde (hadisi bırakıp Kur’ân’a arz etmesini talep ederek) ‘Kur’ân’dan birşeyler oku’ dediğini bilmeyeyim. Söylenen güzel sözü ben söylemişimdir”[22].
Müsned sahibi el-Bezzâr (ö. 292/905) da bu hadisi el-Cerrâh b. Muhalled ← Muhammed b. Avn ez-Ziyadî ← Eş‘as b. Bezâr[23] ← Katâde ← Abdullah b. ŞekÎk ← Ebû Hureyre tarîkiyle merfû olarak şu lafızlarla tahric etmiştir: “إذا حدثتم عني حديثا فوافق الحق فأنا قلته.” Bezzâr rivâyet hakkında şu değerlendirmede bulunmuştur: “Bu hadisi Katâde’den Eş‘as’tan başkasının naklettiğini bilmiyoruz. Onun zayıflığına (leyyin) işaret etmiştik”[24].
Ukaylî (ö. 322/934), ed-Du‘afau’l-Kebîr’inde Eş‘âs b. Berâz ← Katâde ← Abdullah b. Şefîk ← Ebû Hureyre tarîkiyle tahrîc etmiş ve şöyle demiştir: “Bu rivâyetin bu lafızla Hz. Peygamber’den sahih bir isnâdı yoktur. Eş‘as’ın bu rivâyetin dışında başka bir münker rivayeti daha vardır”[25].
Mevzûat mülliflerinden eş-Şevkânî (ö. 1250/1834), el-Fevaidu’l-Mecmû‘a isimli eserinde bu rivâyet hakkında şöyle demiştir: “…Manası doğru olan sözü Hz. Peygamber’den rivayet etmenin caiz olup olmadığına gelince, bu caiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber’den sahih olarak nakledildiğine göre şöyle buyurmuştur: “من حدث عني بحديث يرى أنه كذب...فهو أحد الكاذبين” “Her kim benden yalan olduğunu bile bile bir hadis naklederse o yalancılardan biridir” [26] Dolayısıyla Allah’ın kullarına bu tür şeyler öğretmek, bunları kitaplara aktarmak ve meselelerin hükümlerini elde etmede kullanmak helal olmaz. Özetle ifade etmek gerekirse, şahitleri olmasına rağmen kalbim bu hadisin sahih olduğunu kabul etmiyor. Bununla birlikte Ahmed b. Hanbel ve İbn Mâce’nin isnâdında yalancılıkla ithâm edilen bir kimse yoktur. Öyle zannediyorum ki İbnu’l-Cevzî bunu Mevdûat’ında zikretmekle isabet etmiştir. Ahmed b. Hanbel’in naklettiği isnâd ve şu metin hakkında ise “Müslim’in şartına uygundur” denilmiştir[27]:
إذا سمعتم الحديث عني حديث تعرفه قلوبكم وتلين له أشعاركم وأبشاركم، وترون أنه قريب فأنا أولاكم به، وإذا سمعتم الحديث عنى تنكره قلوبكم وتنفر منه أشعاركم وأبشاركم، وترون أنه منكم بعيد فأنا أبعدكم منه
“Bir hadisi duyduğunuzda onu kalpleriniz marûf görüyor ve ona karşı saçlarınız ve derileriniz yumuşuyorsa onu söylemeye ben sizden daha layığım. Eğer benden bir hadis işitir de, kalpleriniz onu inkâr eder ve ondan saçlarınız ve derileriniz nefret ederse, ben ondan sizin olduğunuzdan daha uzağım”[28].
Şevkânî’nin el-Fevâidu’l-Mecmû‘a’sının muhakkiki Abdurrahmân el-Muallimî bu rivâyet hakkında şu açıklamada bulunmuştur:
“Haberin doğru olduğunu varsayacak olsak bile bundan kesin olarak neyin kastedildiğini anlamanın bir yolu yoktur. Çükü insanların bilgilerinin, görüşlerinin ve arzularının büyük ölçüde farklılık gösterdiği kesindir. Nice hadisler vardır ki kalpler onları kabul eder, nicelerini de reddeder. Bunun dinleyen kimsede kabul ve umut ya da nefret ve inkâr hissi meydana getireceği bilinmektedir. Bir hadis bunu gerektirmiş olabilir, gerektirmemiş de olabilir. Ancak bu rivâyet, -Allah doğrusunu daha iyi bilir- haber duyulduğunda nasıl karşılanması gerektiğine dair bir bilgi vermektedir. Bunun kökeni de şu olabilir: Münafıklar Medine’de çok korkuyor, bâtıl/yalanalar yayıyorlardı. Onlar bu tür rivâyetleri Müslümanların duyup doğru olduğunu düşünmeleri, dinden şüphe etmeleri veya Allah Resûlü hakkında kötü düşünmeleri için yaymış olabilirler. Böylece başlangıçtaki şüphenin hukuki bir delil olmadığını bilerek, şüpheyi ve kötü düşünceleri kendilerinden uzaklaştıracak şeylere yönlendirildiler. Onların (Müslümanların) düşünmesi ve tedebbür etmeleri, bilinen delilleri benimsemeleri/almaları gerekmektedir. Başarıya ulaştıran Allah’tır”[29].
Aclûnî (ö. 1162/1749), Keşfu’l-Hafâ’da Sehâvî’nin şöyle dediğini nakletmiştir: “Hocamıza (İbn Hacer) bu hadisin durumu soruldu. O da şöyle cevap verdi: “Bu rivâyet her biri tenkit edilen farklı tariklerden rivâyet edilmiştir. Beyhakî bunları el-Medhal isimli eserinde bir araya getirmiştir”[30].
Hadis âlimlerinin yukarıda еr verdiğimiz tüm değerlendirmelerini dikkate aldığımızda bu rivâyetin zayıf hatta çok zayıf bir rivâyet olduğunu, bazı görüşlere göre münker sayılması hasebiyle rivâyetin sıhhatine karşı ihtiyatlı davranılması gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir sözün anlam olarak doğruluğunun[31] o sözü Hz. Peygamber’e nispet etmeyi gerektirmeyeceğini Mizzî oldukça isabetli bir şekilde şöyle açıklamıştır:
وإنْ كان الكلامُ الذي فيها (كلامًا) حسنًا ومواعظها مواعظ بليغة، فليس لأحدٍ أن ينسب حرفًا يستحسنه مِن الكلام إلى الرسول - صلى الله عليه وسلم - وإنْ كان ذلك الكلام في نفسه حقًا، فإنّ كلَّ ما قاله الرسولُ فهو حقّ ، وليس كلُّ ما هو حقّ قاله الرسول.
فليُتأمّل هذا الموضع فإنّه مزلَّة أقدام ومضلَّة أفهام، وقد نبَّه الرسول - صلى الله عليه وسلم - على ذلك بقوله في الحديث الصحيح: إنّ كذبًا عليَّ ليس ككذبٍ على أحد، فمن كذب عليَّ متعمِّدًا فليتبوّأ مقعده من النار
“Şayet bir sözde bir güzellik ve etkileyici öğütler bulunsa bile hiç kimsenin hoşuna giden bu sözü özünde (manası itibariyle) doğru olsa bile Hz. Peygambere isnâd etmesi caiz değildir. Nitekim Resûl’ün her söylediği haktır, Ancak her hakkı Resûl söylemiş değildir. Bu konu üzerinde iyice düşünülmesi gerekir. Çünkü bu ayakların kaydığı ve zihinlerin kaybolduğu bir alandır. Resûlullah (s.a.v.) bu konuda şu sahih hadiste geçen uyarısını şu ifadeleriyle yapmıştır: Benim adıma yalan söylemek, başkası adına yalan söylemek gibi değildir. Her kim benim adıma kasten yalan söylerse cehennemdeki еrine еrleşsin”[32].
***
Hakîm et-Tirmizî, bu rivâyete еr verdikten sonra bâtın ulemâsının zâhir ulemâsına karşı üstünlüğünü ortaya koymaya çalışarak altyapısını hazırladığı konuya bir giriş yapmaktadır. Ona göre zâhir ulemâsı Allah’ı tanımaktadır ancak, şehvetlerini öldürememe, riyâset sevgisi ve dünyaya düşkünlük gibi sebeplerden dolayı mârifeti hakkıyla elde edememişlerdir[33]. Hakîm et-Tirmizî, Allah’ın “lüb”, “basîret” ve akıl sahibi kimselere hitapta bulunduğunu, bunlara sahip olamayan kimselerin Allah’ın kelâmını anlayamayacaklarını (fehm) ve onun lezzetini tadamayacaklarını belirtir. O, bu kavramlara atıfta bulunarak bâtın ehlinin hadislerin mârufunu ve münkerini bilebileceğini söyler. Hakîm’e göre yukarıdaki hadisin te’vili şu şekildedir:
“Kim Resûlullah’tan sonra hak ve hidâyet yoluna ulaştıran bir şey söylerse Resûlullah, bu sözü ondan önce söylemiştir. Her ne kadar kendisinden sonra bu sözü söyleyenin lafızlarıyla söylememiş olsa dahi Resûlullah sözün aslını mücmel olarak ifade buyurmuştur. Bundan dolayı Resûlullah, ‘onu demiş olsam da olmasam da tasdik ediniz’ demiştir. Zira onun aslını söylemiştir. Asl ise fer‘ еrine geçer. Resûlullah aslı getirmiş, sonra sahâbe ve tâbiun fürû‘u söylemiştir. Söz, muhakkiklere (muhakkikîn) göre mâruf olup münker olmadığında, Resûlullah onu söylemiş olsa da olmasa da o, Resûlullah’ın sözüdür. Onu tasdik etmemiz gerekir. Çünkü aslını Resûllulah söylemiş ve bize onu vermiştir. Ancak bunu hakkı tanıttığı ashâbına söylemiştir…”[34]
Hakîm et-Tirmizî, hadislerin mârufunu ve münkerini kimlerin bileceği konusunu açıklığa kavuşturur. O’na göre hadislerin mârufunu ve münkerini bilecek olanlar hakkı ve bâtılı ayırt edebilecek olan mârifet ehlidir (Ehl-i hak). Hakîm’in bu konudaki temel dayanağı ise ‘Ey İman edenler Allah’tan korkarsanız (takvâ) sizi furkan sahibi yapar’[35] âyetidir. Bu âyette еr alan “takvâ” ve hakkı batıldan ayırma anlamına gelen “furkân” kavramı Hakîm’in yorumunu da belirlemektedir. Hakîm, tefsircilere göre “Furkan”ın, kişiyi şüphe ve karanlıklardan (zulumât) çıkaran şey olduğunu belirtir ve bunun kalpte hakkı bâtıldan ayıran bir nûrla olacağını söyler. Kişi bu nûrla cehalet karanlığından ve dünyanın şüphelerinden çıkar. Mâruf olan hadislerle münker olan hadisleri bilenler Allah’ın kalbini nûrlandırdığı kimselerdir. Nûrlanmış kalpler ise zâhir ulemânın elde edemeyeceği dünya, makam, şöhret, riyâset ve şehvet sevgisi gibi günahlardan kaçınan Ehl-i takvâ ve Ehl-i mücâhede sahibi olanların kalpleridir[36].
Hakîm et-Tirmizî, kalbin bilme noktasında nasıl bir işleve sahip olduğunu nûr ile zulmetin kalpte bir arada bulunamaması daha doğrusu kalbin bu ikisini birden kabul etmemesi şeklinde açıklar. Nûr ve zulmet, göğüsün (sadr) içindeki kalbe düştüğünde nûrla karanlık birleşmez. Kalp sıkışıp zorlanır. Çünkü kalbin mutmain olması ve sükûnete ermesi de bunu gerektirmektedir. Bu durum hadis metinleri için de geçerlidir. Münker olan hadis kalbin nûruyla karşılaştığına kalpte bir zorlanma ya da göğüste bir daralma hissediyorsa bu metnin münker olduğunu gösterir. Fakat mâruf olan hadis ise kalbin nûruyla karşılaştığında kalp hemen onu kabul eder. Hakîm et-Tirmizî, bu görüşlerini “Kalbine danış. İyilik nefsin ve kalbin mutmain olduğu şeydir. Günah da -insanlar sana fetva verseler bile- nefsi düğümleyen ve göğüste tereddüt meydana getiren şeydir”[37] hadisi ve kalple ilgili diğer birtakım hadislere dayandırır[38]. Sûfîlerin bâtınî ilimlere delil olarak öne sürdükleri bu rivâyetleri Hakîm et-Tirmizî de bir bilgilenme tarzını ifade edecek şekilde yorumlamış ve bu bilgilenmenin hadislerin tespitinde de söz konusu olacağını ortaya koymuştur.
Hakîm et-Tirmizî bu teorisine bazı hadislerden örnekler de vermiştir. “و أما حديث يعرفه المحققون” “Muhakkiklerin mâruf kabul ettiği” hadislere herhangi bir yorumda bulunmaksızın iki örnek vermiştir. Bunlardan birisi sadece Nevâdirü’l-usûl’de geçen diğer hadis kaynaklarında еr almayan bir hadis, diğeri ise Tirmizî’nin (ö. 279/892) Sünen’inde Peygamberimizin Abdullah ibn Abbas’a verdiği bazı öğütleri içeren bir hadistir[39]. Hakîm, her iki hadisin de metinlerini dikkate alarak mâruf olduğuna hükmetmiş, ancak bu hadisleri neden mârûf olarak kabul ettiğine dair açıklamalarda bulunmamıştır[40]. “و أما حديث ينكره المحققون” “Muhakkiklerin münker kabul ettiği” hadisleri ise münker olmasının sebeplerini genişçe açıklayarak еr vermiştir. Şimdi onun verdiği bazı örnekleri gözden geçirelim:
1. Hakîm’e göre muhakkiklerin münker saydığı hadislerden birisi şu şekildedir: Ebû “Umâme el-Bâhilî’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Süleyman bir kafilede Mirabdî denilen bir adama uğradı. O, namaz kılıyordu. Süleyman, bitinceye kadar bekledi, başını kaldırmadı. Adam namazı bitirip onun bu halini görünce yanına geldi ve onunla konuştu. Mirabdî ona şöyle dedi: ‘Sen dünyayı başının üstünde taşıyan âhireti ayaklarının altında kılan, böylece hem dünya hem de âhiretten perdelenen, Davud’un oğlu değil misin?’” Hakîm’e göre bu rivâyet tamamen yalandır. Muhakkiklerin kalpleri bunu kabul etmez. Çünkü Allah resûllerini sevgili, temiz ve pak insanlardan kılmıştır. Bir resûl için böyle diyen kimse onu itham etmiş demektir. Onu itham eden kimse ise Allah’ı inkâr etmiş demektir. Allah, resûllerle ilgili imanımızı tanzim etmiştir. Resûllere inanmadıkça Allah’a olan imanımız da iman değildir. Allah’ın Resûlü olduğu için “dünyayı başının üstünde taşıyan, âhireti ayaklarının altında kılan” ifadesi nasıl kullanılabilir?[41] Hakîm, Hz. Süleyman’a dair bazı âyetler zikrederek onun “muhsin” olarak isimlendirildiğini[42] belirtmiş ve rivâyeti Kur’ân’a aykırı olmasından hareket ederek münker saymıştır.
2. Hakîm’in münker saydığı rivâyetlerden birisi de Hz. Mûsâ ile ilgili şu rivâyettir: “Rivâyete göre Hz. Mûsâ’nın kavmi kendisinden Rablerinin sesini kendilerine duyurmasını istediler. Bunun ardından şöyle seslenen davul sesi gibi bir ses iştiler: ‘Ben Allah’ım, benden başka ilâh yoktur. Ben Hayy’ım, ben Kayyûm’um. Sizi kudretli ellerimle ve kuvvetli kollarımla Mısır’dan çıkardım.’” Hakîm, her ne kadar münkeri bilmeyi nûrlanmış kalbin bileceğini söylese de yaptığı tenkit oldukça mantıklı, akla dayanılarak yapılan еrinde bir tenkittir: “Bu anlayışı (fehm) olmayan bir kimsenin rivâyetidir. Kelâm tüm insanlar içerisinde Hz. Mûsâ’ya tahsis edilen bir şeydir. Onun kavmi Allah’ın kelâmını işitecek olursa resûller arasında ‘kelimullah’ olarak adlandırılan Hz. Mûsâ’nın ne fazileti kalır”[43].
3. Hakîm et-Tirmizî’nin tarihi vâkıaya arz yoluyla münker saydığı rivâyetlerden birisi şu şekildedir: “İki yüz yılında şöyle olacak, iki yüz yirmi yılında şöyle, iki yüz kırk, iki yüz elli, iki yüz altımış yılında şöyle olacak. Güneş bir saat durulacak, insanların ve cinlerin yarısı ölecek” Hakîm et-Tirmizî, söz konusu rivâyette belirtilen tarihin geçtiğini, halbuki rivâyette belirtilen şeylerin gerçekleşmediğini belirtir. Hakîm’e göre rivâyetin münker olduğunun bir delili de takvim anlamında ‘tarih’in Hz. Peygamber zamanında henüz olmamasıdır. Hakîm, takvimin Hz. Ömer zamanında ortaya konulduğuna dair bir rivâyete еr vererek rivâyeti tarihi vâkıâya arzetmiş ve rivâyetin münker olduğu sonucuna varmıştır[44].
4. Hakîm’in münker gördüğü rivâyetlerden birisi de Ebü’l-Kamûs’tan nakledilen ve Hz. Ebû Bekir’in haram kılınmadan önce içki içtiğini, şiirler söyleyip Bedir’in ölülerine ağladığını, bu haberin Hz. Peygamber’e ulaşması üzerine Hz. Ebû Bekir’in, Hz. Peygamber’in yanına gidip “Allah’ın ve resûlünün gazabından Allah’a sığınırım” dediğini ve bu olay üzerine içkiyi haram kılan âyetin[45] nâzil olduğunu bildiren bir rivâyettir. Hakîm hadisin münker olduğunu ise şöyle açıklamaktadır: “Bu hadis hem söz hem de fiil yönünden münkerdir. Allah, sıddîkları çirkin söz söylemekten korumuştur. (Bu fiil) Tahrimden önce olsa bile Ebû Bekir hicretten önce Resûlullah ile Mekke’deydi ve sıddîk olarak vasıflandırılmıştı. Çünkü Hz. Ebû Bekir ve Osman Hz. Peygamberle birlikte Hira’da iken Resûlullah şöyle buyurmuştur: ‘Sâkin ol Hira! Üzerinde bir nebî, bir sıddîk bir de şehîd vardır.’ Hz. Âişe, babasını (rivâyeti nakleden) Ebü’l-Kamûs’tan daha iyi bilir. O, bunu inkâr etmiş ve böyle düşünenleri yalanlamıştır. Hz. Âişe’nin şöyle dediği nakledilmiştir: ‘Ebû Bekir ve Osman ne câhiliyede ne de İslâm’da şiir söylemiştir…’” Hakîm’in еr verdiği başka bir rivâyette ise Hz. Âişe, Hz. Ebû Bekir’e ait olduğu söylenen bir kasidenin ona ait olmadığını çünkü onun ne câhiliyede ne de İslâm’da şiir söylemediğini belirtmiştir. Hakîm et-Tirmizî, bunun tespitini ise bütünüyle tarih bilgisine dayanarak yapar. Ona göre Ebû Bekir’in Müslüman olmadan önce de Allah hakkında bir şüphesi yoktu. Ancak o, Benî Kinâne’den bir kadınla sonra da Benî Avf’dan bir kadınla evlenmiş, hicret ettiğinde bu sonuncusunu boşamıştır. Onun bu eşi amcasının oğlu şâir Ebû Bekir bin Şaûb el-Kinânî ile evlenmiştir. İşte Bedir’de öldürülen Kureyş kâfirlerine mersiyeyi içeren bu kasideyi de o söylemiştir. İnsanlar da bunu isim benzerliğinden dolayı Hz. Ebû Bekir’e hamletmişlerdir[46]. Sonuç olarak Hakîm et-Tirmizî, tarihî bilgilerden istifade ederek Bedir’de öldürülenlere dair mersiyeleri Hz. Ebû Bekir’in söylemiş olamayacağını metin tenkidinde bulunarak ortaya koyamaya çalışmaktadır.
Hakîm’in hadislerin münkerini tespit etme yöntemine bakılacak olursa âyetlere, sahih hadislere, tarih bilgisine başvurduğu hatta aklî değerlendirmelerde bulunarak oldukça makûl izahlarda bulunduğu görülmektedir. Hakîm et-Tirmizî’nin sadece bu örneklerinden yola çıkarak onun iyi bir hadis tenkitçisi olduğu ya da eserlerindeki tüm rivâyetler için bu hassasiyeti gösterdiği elbette söylenemez. Bizim burada daha çok üzerinde durduğumuz husus Hakîm et-Tirmizî’nin her ne kadar nûrlanmış ve basîretli kalbe dayalı bir metin tenkidini ön görmüş olsa da ortaya koyduğu teorisinde pratikte ilmî ve aklî ilkelere başvurduğudur. Hatta âsar bilgisine aydınlanmış bir kalbin ihtiyaç duymayacağını belirtmesine, âsârı avamın ihtiyaç duyduğu bir şey olarak görmesine rağmen kendisi bizzat âsâra başvurmuştur[47].
Hakîm et-Tirmizî mâruf ve münkeri bilmeye yönelik teorisini desteklemek için hiçbir sahih senedi bulunmayan ve çok zayıf olan bir hadisi delil getirmiştir. Bu teoriye göre Hz. Peygamber’e isnâd edilen ve anlam bakımından münker bir özellik taşımayan her söz Hz. Peygamber’in hadisi olarak görülmüştür. Hakîm’e göre hadislerin kabul ve reddi hususunda aklî kriterler değil nûrlanmış kalp, yani keşf ve ilhâmla nûrlanmış kalp еtkilidir. Hakîm, bu teorisiyle isnâd ve isnâda yönelik hadis ilimlerini tamamen göz ardı ederek metnin anlam itibariyle doğruluğunu ya da münker olmasını esas almıştır.
Hakîm et-Tirmizî’nin bu teorisinin asıl önemli ve kendisinden sonraki müelliflere etkide bulunan yönü mâruf olan her sözün hadis olarak kabul edileceğine dair düşüncesidir. Nitekim hadislerin keşf ve rüya yoluyla tashihi faaliyeti Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/996), Sülemî (ö. 412/1021), Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240), eş-Şa‘rânî (ö. 973/1565) ve İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1137/1724) gibi sûfîlerde de görülmektedir[48]. Hakîm et-Tirmizî’nin başta tasavvufî görüşleri olmak üzere genel olarak onun pek çok görüşünün etkisi altında kalan İbnü’l-Arabî, hadislerin zayıf ve sahih olanlarının keşf veya rüya yoluyla bizzat Hz. Peygamber’den öğrenilebileceğini en ileri derecede savunmuştur. Hakîm et-Tirmizî, mârifet bilgisine dayalı hadislerin tashihi konusunda ilk görüş beyan eden bir sûfî, İbnü’l-Arabî ise keşf ve rüya yoluyla hadis nakline ve hadislerin tashihine en ileri derecede еr veren bir sûfîdir.
Hakîm et-Tirmizî ile keşf ve rüya yoluyla hadis tashihinde öne çıkan özellikle İbnü’l-Arabî gibi bazı müellifler arasındaki farklara da işâret etmek gerekir. Öncelikle Hakîm et-Tirmizî, rüya yoluyla hadis tashihinden bahsetmemektedir. Hakîm, keşf ve rüya yoluyla hadisin sahih olup olmadığını tespit etmekten ziyade mâruf olan her sözü hadis olarak kabul etme, münker olanları ise reddetme yönünde bir görüş ortaya koymaktadır. İbnü’l-Arabî ise, hadisin sahih ya da mevzû olanlarının keşf ve rüya yoluyla bilinebileceğini savunarak sözün Hz. Peygamber’e aidiyetini tespit etme üzerinde durmuştur. Öte yandan Hakîm et-Tirmizî, münker olan sözlerin tespitine dair örneklerle bu sözlerin neden münker olduğuna dair yorumlara еr vermiştir. İbnü’l-Arabî, ise münker sözlerin reddinden ziyade keşf ve rüya yoluyla sahih kabul ettiği hadislere daha fazla ağırlık vermiştir. Ancak, sonuç olarak her iki müellif ve diğer sûfîler, mârifet bilgisine göre hareket etmişlerdir. Nitekim İbnü’l-Arabî’nin hadislerin sıhhati konusundaki yaklaşımı da tıpkı Hakîm et-Tirmizî gibi tamamen kalp merkezli olmuştur. İbnü’l-Arabî’nin hadislerin sahih ve mevzû olanlarını bilmek için öne sürmüş olduğu kavram da “basîret”tir. “Basîret”, keşf ve rüyâyı da içine alacak şekilde velînin bilgisini ifade etmektedir. İbnü’l-Arabî bu konudaki görüşlerini şöyle temellendirir:
“Nice hadis vardır ki rivâyet yolu bakımından sahih râvîleri de güvenilirdir, fakat bize göre gerçekte sahih değildir. Biz -bilgiyle değil- güçlü zanna dayanarak o hadisi kabul ederiz. Zikrettiğimiz bu grup ise bu yoldan hadisi alırlar. Böylelikle biz, sahih haberin bizde doğru olmayışı nedeniyle, basîrete sahip oluruz. Biliriz ki, gerçekte sahih değildir. Bazen bunun tersi de gerçekleşebilir. Bu ise, hadisin geliş yolunda uyduran veya karıştıran râvînin bulunmasıdır. Gerçekte ise, hadis sahihtir. Bu grup hadisin sahih olduğunu bilir ve hadis hakkında basîret taşır. İşte bu, ‘Ben ve bana uyanlar Allah’a basîret üzere çağırırız’[49] âyetinin anlamıdır”[50].
Sonuç Yerine
Hakîm et-Tirmizî bu teorisiyle, “Kendini bilen Rabbini bilir”, “Ben bilinmeyen bir hazine idim, bilinmeyi istedim/sevdim, bunun için mahlûkatı yarattım. Onlara kendimi tanıttım, onlar da beni tanıdılar”, “Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım” [51] gibi pek çok isnâdı ve bir aslı bulunmayan, muteber hadis kaynaklarımızda еr almayan rivâyetlerin sûfîler tarafından gerek keşf gerek rüya yoluyla hadis olarak kabul edilmesinin temellerini atmıştır. Bu rivâyetlere еr veren sûfîler de söz konusu rivâyetlerin anlam itibariyle mâruf olduğunu düşünmektedirler.
Hakîm et-Tirmizî’nin de semâ ve tahammül, cerh ve ta‘dîl gibi hadis ilimlerine bakışı mârifet merkezlidir. Nitekim Hakîm’e göre kişi hadis dinlemediğinde cahil olarak yaşar ve Rabbine yapacağı ibadet güzel olmaz bu yüzden sema ve tahammülün gayesi cehaletten kurtulma ve nefsi kurtarmakla meşgul olmaktır[52].
Hakîm et-Tirmizî hadislerin mânaları ve lafızlarıyla ilgilenmeyip, senetleri muhafaza etmeye râvîleri cerhetmeye yönelenleri eleştirir[53]. Zira hadiste aslolan mânalardır ve mânalara daha fazla ihtimam gösterilmesi gerekir. Bu noktada Hakîm’in “ruvât” ve “ruât” kelimeleri arasında dikkat çektiği fark da hadislerin sırf senetleriyle uğraşanlarla hadislerin bâtınî mânalarını istinbât edenleri birbirinden ayırtetmeye ve ruâtın, ruvâttan üstünlüğünü göstermeye yöneliktir. Hakîm, hadiste ruât olanları şöyle tanımlamaktadır:
“Ru’ât, büyük imamlar ve sika kimselerden Resûlullah’ın hadislerini işitip de onlardan istinbât etmeye, mânalar keşfetmeye ve çeşitli te’villerle zâhirden bâtına gitmeye çalışan kimselerdir”[54].
Hakîm et-Tirmizî’nin hadiste rûat olanların, hadislerin bâtınî mânalarıyla uğraşması gerektiğine dair görüşleri Gazzâlî’de benzer şekilde öz (lüb) ilimlerle uğraşmak şeklinde ifadesini bulmaktadır. Hakîm, ruvât olanları Gazzâlî’nin de kullandığı “kabuk” (kışr) kelimesini kullanarak eleştirir. Hakîm’e göre hadislerin sadece senetleriyle uğraşanlara sözlerin kabuğu kalmıştır. Ruvât olanlar, sadece senede önem verir, hadisin çeşitli tarîklerini toplamayı gaye edinirler. Onların gayesi hadisten faydalanmak değildir. Nâsih ve mensûha, hâs ve âmma, te’vilin inceliklerine vâkıf değildirler. Sadece hadis yazar ve hıfzederler. Böylelikle ilmin bittiğini zannederler[55].
Sonuç olarak el-Hakîm et-Tirmizî mârûfun ve münkerin bilinmesi ile ilgili görüşlerini her ne kadar marifetle ilişkilendirip kalbî bir yöne işarette bulunsa da burada aklın devre dışı kaldığı, tüm bu bilgilendirmelerin ilhâm ve keşfle elde edilmiş olduğu gibi bir kanaate varılmaması gerekir. Öncelikle el-Hakîm de görüldüğü üzere İslâm irfân geleneğinde akıl, kalbin bir fonksiyonudur. Bu yüzden onun ifadelerinden aklın devre dışı bırakıldığı sonucu çıkmamaktadır. Öte yandan verdiği örneklere baktığımızda hadislerin kabulü ve tasdiki hakkındaki teşebbüsü senedi bahis konusu etmeksizin metinden hareket etmesi yönüyle kıymetlidir. el-Hakîm et-Tirmizî, hikmetli ya da kendi ifadesiyle mârûf sözlerin senetleri tespit edilemese de Hz. Peygamber’e isnâd edilmiş olmasında bir problem görmemekte aslında bunun üzerinde fazla da durmamaktadır. Anlamı doğru her sözün Hz. peygambere nispet edilmesine yönelik bir gayrette bulunmuş değildir. Hz. Peygamber’in bu sözlerin bir aslını söylemiş olduğunu ifade etmeye çalışmıştır. Daha çok Hz. Peygamber’in münkerleri söylemeyeceği üzerinde durmuş nitekim bunu daha detaylı ela almış ve daha fazla örneklendirmiş ve tahlil etmiştir.
Izoh qoldirish